YAZAR GÜRSEL KOYUNCU, KOSOVA’DAN İSTANBUL’A UZANAN BİR AİLENİN ÖYKÜSÜNÜ ANLATTI

Nilgün KAYA

Balıkesir’in Ayvalık İlçesinde, Halk Kütüphanesi eski müdürü Gürsel Koyuncu’nun üçüncü kitabı ‘Didar’ raflardaki yerini aldı.

Resim ve Ebru sanatı ile uğraşarak sergiler açan, yaşamından kesitler sunduğu ‘Köşetaşlarım’ adlı kitabını 2021 yılında yayınlayan ve yazın hayatını ‘Yüreğime sarıl’ adlı şiir kitabı ile sürdüren Koyuncu’nun üçüncü kitabı ‘Didar’yayınlandı.

‘Kosova’dan İstanbul’a uzanan bir aile öyküsünü anlatan ‘Didar’ın tanıtımı Kosova Türk Yazarlar Derneği, Prizren Yunus Emre Enstitüsü ve Doğru Yol Türk Kültür Sanat Derneği tarafından gerçekleştirildi.

Gürsel Koyuncu etkinliğin sonunda “Didar” kitabını hazır bulunan sanatseverlere imzalayarak hediye etti. Kitap, göç konusunda Türkiye’deki bakış açısını yansıtması açısından edebiyat çevrelerinde nadir ve değerli eserlerden biri olara değerlendirildi.

Yazar Gürsel Koyuncu, komşusu Didar’ın anlattıklarından etkilenerek onu geniş kitlelere yansıtmaya çalıştığını ifade etti. Koyuncu, yaşanan dramı olduğu gibi ve sade bir dille aktardığını belirtti ve araştırmaları farklı kaynaklardan derlediğini söyledi. Kitabın kahramanı Didar Hanım, doğduğu, büyüdüğü ve 20 yıl boyunca hemşirelik yaptığı Prizren’den Anavatan’a göç etmeleri hakkında hatırladığı kadarını yazarla paylaştığını ve diğer aile üyelerinden de bilgi aldıklarını belirtti. Göçün zorluklarını “Gündüzleri Türkiye’deydim, geceleri ise rüyalarımda Prizren’deydim” sözleriyle dile getiren Didar Lika Tuçan, yazara minnettarlığını ifade etti.

Kitabın yazılma serüvenini anlatan Yazar Gürsel Koyuncu, “İlk öykü kitabımın yayımlanıp elime geçtiği günlerdi. İlk kez yaşadığım sevinç ve bir şeyler üretebilmenin o tanıdık doygunluk duygusuyla sarhoş, mutlu mutlu eşe dosta kitabımı anlatmakta idim. Öyle ya, yazdıklarımı şimdi daha geniş bir kitle okuyabilecek, duygularımı düşüncelerimi kağıt üzerinde de olsa tanımadığım pek çok insanla paylaşabilecektim. Arada sırada da baskıdan yeni çıkmış, henüz mürekkebi kurumamış kitabımı karıştırarak, benim için dünyanın en güzel parfümlerinden bile etkileyici olan kokusunu keyifle içime çekmekteydim.
Böyle bir günde Didar ile konuştum. Aslında uzun yıllardık komşuyduk, ama ara sıra selamlaşıp, ayak üstü sohbetlerden öteye geçememiştik. Yaz aylarında geldiğinden, benim de zaten tatile gelen dost ve akrabalarla başım çok kalabalık olduğundan arkadaşlık konusunda pek bir ilerleme sağlayamadık. Öykümün başında da anlattığım gibi konuştukça birbirimize ısındık. Onun heyecanlı ilgisi beni de sarmıştı. Ben atalarımın hikayelerinden söz ettikçe o da sık sık araya giriyor, “bizimkilerde bunları yaşamıştı” diyerek konuyu kendi hikayesine eviriyordu.
-Didar” dedim. Bu böyle olmayacak, senin ve ailenin öyküsünü de yazmamı ister misin?
Şakamı yapıyorum gibisinden yüzüme baktıktan sonra ışıltılı bir yüzle, “sahiden yazar mısın? Dedi.
-Tabii ki, dedim. Sen bana baştan itibaren dedelerinden başlayarak bildiklerini anlat bir hele, bakalım nasıl bir hikaye ortaya çıkacak?
O günden sonra geceleri bir araya geldik. Onun kah heyecan, kah kızgınlık kah da çaresizlik duygusu içinde anlattığı her olayı ben de hızla kaleme alıyordum. Böylece bir haftanın hemen hemen her akşamını birlikte geçirdik. Klasik misafirlik ritüellerini bir kenara bırakmıştık. Bazen yarı soğumuş bir bardak çay ya da kahvenin eşliğinde o anlatıyor, bende hızla not tutuyordum. Ertesi sabah bir gece önce aldığım notları kağıda döküyor, arada kalan boşluk ya da uyumsuzlukları bir gece sonra yine ona sormak üzere not alıyordum. Netice de ileri ki sayfalarda okuyacağınız öykü yavaş yavaş şekillenmeye başladı.
Didar’ın anlattıklarını yazdıktan sonra tarihle eşleştirmek gerekiyordu. Artık gündüzleri de tarih dersi çalışmaya başlamıştım. On gün sonra Balkan Savaşları ve oralarda yaşayan halklar hakkında oldukça geniş bilgi sahibiydim. Derinliklerine indikçe soydaşlarımızın yaşadığı acıya ve kimsesizliklerine hayıflanmaya başlamıştım. Yapılan haksızlıklar, insanlıkla uzaktan yakından ilgisi olmayan saldırganlıkları okudukça sanki bugün yaşanmışcasına öfkelenmiş, kabıma sığmaz olmuştum. Kendi istekleri dışında bu topraklara yerleştirilen insanlar birkaç asırdır yaşadıkları toprakları vatan bellemiş, iyice kök salmıştı. Sonrasında yine istemleri dışında köklerinden sökülüp savrulmak istenmekteydiler. Onları koruyacak güç (devlet) ne yazık ki arkalarında yoktu. Acımasız bir düşmanlığın pençesinde kıvranmaktaydılar. Bu yaşananları öğrendikçe çok üzülmüş, uykularım kaçmıştı.
Didar’ın anlattıkları bazen tarihi bilgilerle çelişmekteydi. Böyle zamanlarda kafa kafaya veriyor, doğru bilgileri hatırlamasına yardım ediyordum. Maalesef ailesinden kalan yaşlı büyüğü yoktu. Seksen yaşındaki ablası da olayları karıştırıyor, tam tersi anlatımlarda bulunarak doğru bilgiye ulaşmamıza mani oluyordu. Didar her bir araya gelişimizde “Keşke Salih Abim yaşasaydı, sana daha neler neler anlatırdı” diyerek hayıflanıyordu. Ama artık geriye dönüş yoktu ve bulduklarımızla yetinecektik.
Didar’ın öyküsü dedeleri ile başlıyor. Sisli hatıraların ve bir sürü boşlukların arasında yaşanılanları birleştirmeye çalışıyoruz. Hikayenin özü yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Böylece anlıyoruz ki, üç kuşak, dedeler, çocuklar ve torunlar hep savaşla iç içe yaşamışlar. Dedeler Balkan Savaşlarını, Çocuklar I ve II. Dünya Savaşı’nı, torunlar ve onların çocukları ise Yugoslavya’nın dağılışı (iç savaşı) ve bu süreçte yaşanan direniş ve katliamları görmüşlerdi. Bu ailenin huzur içerisinde yaşadıkları zamanlar o kadar azdı ki, adeta bıçak sırtında ömürlerini tüketmişlerdi.
Kahramanlarım savaşların tam göbeğinde yaşamışlar, açlık, korku, yokluk çekmişler, ama bir şekilde kurtulmuşlardı. Onlar Balkanlara istekleri dışında yerleştirilen ya da savaşlardan kaçıp buraya sığınan soydaşlardı. Bazı yerlerde nerede ise tek kurşun atılmadan öylece bırakılan topraklarda kaderine terk edilmiş yüz binlerce Türk aileden sadece bir tanesiydiler. Çokları bu kadar şanslı olamamıştı. Tarihi inceledikçe onları bir başlarına bırakanlara lanet okudum, elimden başka bir şey gelmedi…
Sadece Didar’ın (o da bana bu bilgileri verdiği için) ve ailesinin yaşadıklarını yazma şansım vardı. Araştırılsa kim bilir daha ne öyküler ne yaşamlar ortaya çıkacaktı. Ancak bu kadarını yazabildim, dileğim ilerleyen zamanda tarihe gömülen, unutulan tüm hikayelerin de gün ışığına çıkarılmasıdır.” dedi.